23 Ağustos 2014 Cumartesi

O hıyar benim!




1999 yılının son ayları. Annem yeni hayatımın nasıl kurulduğunu görüp rahatlamak üzere İstanbul' a geliyor. İlk kez kendi başıma yaşamakta olduğum bir eve misafir olacak. Heyecanlıyım elbette. O gelmeden bir gün önce Kozyatağı' nda olan kocaman markete gittim ve alışverişe başladım.

Küçük masamda kurmaya niyetli olduğum sofranın etini, sebzesini, içkisini aldıktan sonra sebzeleri tarttırmak için sıraya girdim. Market kalabalık. Tartıda çalışmakta olan görevli jet hızıyla çalışıyor. Başını kaldırıp kimin torbası görecek hali yok. Sabırla sıramın gelmesini bekledim. Domatesi uzattım, ardından biberi, ardından salata malzemesini uzatıyordum ki... Omuzumun üzerinden bir torba hıyar beni itip kakarak tartıya kondu. Görevli barkodu yapıştırdı ve uzanıp o torbayı alıp sepetime koydum.

Torbanın sahibi oldukça yüksek bir sesle "hanfendi, o hıyar benim!" dedi. Gayet sakin ve aynı ses tonuyla cevap verdim. "Biliyorum beyefendi, yoksa neden insanları itip kakasınız ki?"

5 saniye sessizlik ve çevredekiler kahkaha atmaya başladı. Sonuç: Alışverişe yoğurt da eklendi. O hıyarın cacığı pek güzeldi.

15 Ağustos 2014 Cuma

Nasıl anlatsam, nerden başlasam...

Böyle anı filan yazıyorum ya, bu gece fark ettim ki paylaştığım anılar oldukça korunaklı anılar. Çoğunlukla başkalarının yapıp ettikleri ile ilgili. Hadi bakalım biraz zor olacak ama kırmaya çalışayım zincirlerimi.

Leylak Dalı bir anı paylaştı bugün. Onun 13 yaşı ve benim 13 yaşım bir araya geldi ve bu şarkı geldi aklıma.



Bilen bilir ki onüç yaşın bütün saflığıyla, okulun en popüler, en uzun boylu, en sarışın er kişisine nasıl meftun olmuştum yıllar boyunca(3 yıl) :)

Yaş mı, bu şarkı mı, moda mı bilmem. Şimdi o zamanki oğlan, çok sevdiğim bir arkadaşım. Hala haberi yoktur ya da varsa da unutmuştur muhtemelen. Ne güzeldi o yaşın heyecanları, kalp kırıklıklarına rağmen.


11 Ağustos 2014 Pazartesi

Mahalle Kavgası

Kimbilir hangi nedenle başlayan bir mahalle kavgasına tanık olmuş Maniça. Önce sesler yükselmiş, ağız dalaşı küfre dönmüş, sonra da yumruklaşma. Biri polis çağırmış. Gelen polis de bizim teyzeyi şahit yazmış.

Mahkemeden ödü kopardı rahmetlinin. Duruşma günü belli olup çağrı kağıdı gelince de almış mı size bir telaş.. O zaman oldukça zahmetli ve pahalı olan İstanbul-Ankara arası telefonu bile göze alıp ağabeyime danışmıştı, birşey olur mu diye.

Neyse mahkeme günü geliyor, Maniça salonda hazır. Renk limon gibi, el ayak titriyor. Hakim soruyor "Hanım sen tanıkmışsın. Ne oldu anlat bakalım" diye. Bizimkinden cevap: "Vallah billah ben bisi görmemisim hakim bey, yaliniz o ona tüpür etti, o ona tüpür etti."

Kimin kime "tüpür ettiği" belli olmayan bir ülkede nereden aklıma geldiyse...


10 Ağustos 2014 Pazar

Olmadığın birşey gibi davranma...

Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar izlediklerimi düşününce bunu yazmanın tam sırası gibi geldi.

Maniça teyzenin evi nohut oda bakla sofaydı. Sokağa bakan genişçe bir oda, apartman boşluğuna bakan bir mutfak ki apartman boşluğu neredeyse avlu gibiydi ve bir yatak odası ve banyo. Koridorda bir de küçük karanlık oda vardı ama diğer odalar da minicik olduğundan evin bütün yükü o odadaydı. Beni mümkün değil yatırmazlardı orada. Teyzem salona yatak yapardı ama ne yatak. Çarşaflar ve dantelleri o kadar sıkı kolalanmıştı ki sererken tak sesi duyulurdu neredeyse ama mis gibi lavanta kokarlardı, gül kokarlardı.

Bir pazar sabahı kapalı camlı kapının arkasında fısıldaşmalar ve hafif tartışma sesleriyle uyandım. Annem babam yanımda yok. Çocuğum ve insan telaş ediyor. Yakası iğne oyalı pembe poplin geceliği nasıl düzeltip nasıl yataktan fırladım bilemedim. Meğer günlerden pazarmış ve ayine gidilecekmiş ama beni evde bıraksalar olmayacak, götürseler müslüman aileme ayıp olabilir, ayine gitmemek söz konusu bile değil.

Ben gelirim babam kızmaz dedim. Kızmazdı da gerçekten. Belki anneannem biraz bozulurdu ama ona da söylemeyiverirdik ne olur ki? Neyse yıkandık, giyindik, yola çıktık. Yolda bana binbir tembih. Bak yanımızda duracaksın sessiz olacaksın. Biz seni oraya Hristiyan olasın diye götürmüyoruz, biz ibadet etmeye gidiyoruz sen de yanımızda geliyorsun. Merak ettiğin bir şey olursa sana sonra anlatırız. Tamam mı yavrakimu? Tamam!

Kilisenin avlusuna ulaştığımızda cemaat de ayini bekliyordu. Süslü süslü elbiseler. Şık tertemiz insanlar. Teyzeyle eniştenin yanında beni görünce bu kim diye sordular. Teyzem anlattı. Yuliyanın torunu... Aaa ne kadar Marika' ya benziyor dediler. Pek hoşuma gitti. Marika yani Maria en büyük büyük teyze. Ailenin güzellik kraliçesi ama bahtı kara. Bahtı benzemesin dediler ve içeri giriş başladı. Kapıda herkes haç çıkarıyor. Bir kişi, iki kişi, üç kişi, enişte, teyze... Bir içgüdüyle elimi alnıma, sonra omuzuma götürdüm ki, eniştenin kocaman eli kolumu sımsıkı kavradı ve dışarı çıkardı beni.

Ne yapıyorsun sen? diye ateş saçan gözlerle sordu. Herkes öyle yapıyor, benim de yapmam gerekir diye düşündüm diye cevap verdim. Sen hristiyan değilsin, müslümansın. Olmadığın birşey gibi davranma. Bırak sana bizden değil desinler ama sen sen ol dedi.

Ayin nasıldı pek hatırlamıyorum. Çok güzel seslerle söylenen ilahileri hatırlıyorum, bir de o ışıltıyı o kadar. Olmadığın birşey gibi davranma sözü hiç aklımdan çıkmadı ama.

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Akşam Sofrası ve Mini Etek

1972 olsa gerek... Büyük teyze Maniça (adi Erazmiya idi ama biz ona Maniça derdik "anacım" demek) beni ilk kez misafir ettiğinde.

9 yaşımdayım. Cihangir Bakraç Sokak İzmir Palas Apartmanının rodöşose dairesinde oturuyorlar. Yani dairenin yarısı yerin altında.

Maniça teyze Rum cemaatinin varsıllarının evlerine yardıma giderdi. Bu ne demek? Bir tür kahyalık gibi, evi temizleyenlere nezaret eder, dolapları düzeltir, ütüyü denetler, yemek pişirir. Akşam işten dönünce de minicik tencerelerinde sabahtan ısladığı pilakiyi pişirir, güzden kurduğu lakerdayı hazırlar, 2 meze daha uydurur ve Sofokli enişteyi bekler. Hepsi dinince dinlensin (Toprağı bol olsun denmez arkadaşlar pardon, o laf iyi bir laf değildir müslüman olmayanların kültüründe. Toprağın bol olsun kıyamet günü kalkama anlamınna gelir) enişte boya badana, fayans işleri yapmaktadır. Yolda balık pazarına uğrar uygun ne varsa alır. Bu ya ciğerdir, ya balık mevsimiyse balık, ya et..

Eve girer girmez doğru banyoya, o günün kiri pasını atarken Maniça mutfakta akşamın sıcak yemeğini hazırlamaktadır. Sofra kurulurken enişte pencerenin önündeki divana uzanır ve kıyamet kopar. Yoldan geçmekte olan mini etekli kızlar vardır  ve eniştenin konuşlandığı yerde manzara harikadır.

Bir modanın bir evdeki yansımasına ilk kez tanık olmuştum. Küslük o minicik yüksük kadar kadehlerin kalkışına kadar sürerdi ve ikisi de birbirini çok sever çok kıskanırdı.

Nurlarda uyusunlar, onlar gitti renk bitti.

7 Ağustos 2014 Perşembe

Fakir Salatası

Yıl 1988 ilk evliliğin ilk ayları. Mekan Antalya, zaman Nisan sonu Mayıs başı...

Şubat ayında evlenip Antalya' ya yerleşmiştik. O zaman Antalya' da yapılabilecek işler belli. Ya yerel esnaf ya da tüccarsın, ya devlet memuru, ya otelci, ya tohumcu. Biz iki hukuklu savcılık, hakimlik diye planladığımız geleceği bir yana bırakıp tohumculuğa soyunduk ve kendimizi Antalya' da bulduk.

Bulduk bulmasına ya şirket yeni, satış gani ama alacaklar taaa mahsulden sonra. Borçsuz harçsız evlenmiş olmamıza rağmen gelir düzenli olmayınca evlenmeden önce biriktirdiklerimiz de suyunu çekti ve ay sonunu zor getirir olduk. Eş dost yok, akraba yok, ev kira boğaz satın ve kabus şuydu ki bayramlar baharda.. Tatili gören soluğu o mevsim hava güzel diye Antalya' da alıyor ve en az bir akşamını "bize ayırıyor".

Önce rosto, fırında but, pirzola olan misafir yemekleri gittikçe türlü, etli nohut, kuru fasulye pilava doğru evrildi ve o meşum güne geldik.

Cepte para sıfır. Dolapta malzeme neredeyse yok (o zaman dondurucu da yok, ki olsa da o kadar uzun süredir evli değiliz) ve akşama misafir var. Mevcut malzemenin listesi şu:

2 avuç kıyma
1 pide (kurumuş)
salça
yağ
1 havuç (pörsük)
1 kırmızı lahananın koçanına yakını
1 salamın dibi
Kurumuş bir parça taze kaşar
3 kornişon turşusu
2 yumurta
un
şeker
yarım kutu süt
yarım kutu yoğurt
2 limon

İki avuç kıymadan minik köfteler yaptım koydum kenara. Pide üzerinde iskender kılıklı bir yemek yapmak üzere. Bir de un helvası tamam. Ama meze yapacak ve salata yapacak malzeme yok. Ne yapmalı? Havucu yatırdım buzlu suya, kaşarı da süte. Havuç, kırmızı lahana, salam, kaşar, kornişon incecik doğrandı. 2 Yumurtayla hayatımda tutturduğum ilk ve tek mayonez yapıldı, hepsi karıştırıldı ve o gece misafirlerin tabağında köfteli pide, bizim tabağımızda sadece pide olmak üzere servis yapıldı. 

O günden sonra bu salata "fakir salatası" olarak bilindi evimizde ve hep severek yendi.

Sevgi katmış mıydım içine? Herhalde!

5 Ağustos 2014 Salı

İlk Yemek, Siftah Mutfak...

51. yaşımdayım, mutfakta gören herkes şaşar hızıma. Evet epey hileli çalışırım, ama iki saatte 7 meze , çorba, ana yemek, salata ve tatlı donatabilirim sofrayı. Mutfakla uğraşmayı severim ve yüz ayrı üçkağıdım vardır. Lakin herşey ben 10 yaşımdayken başladı.

4. sınıftan 5. sınıfa geçtiğim yaz, tatil diye bir yere gidemediğimiz nadir yazlardandı.  O zamana kadar daha yeni keşfedilen Bodrum "ki gitmemek için çok debelenmiştim, çünkü bodrum kapıcı dairesiydi o zamana kadar dünyamda" Marmaris, İnkum, Fethiye gibi tatil yerlerinden sonra 3 ay Ankara...  Yolculuk yok, deniz yok... Sokak, arsada dut ağacı, beşi bitirmemişim bisiklet yok ama paten var ama arkadaş yok herkes tatilde...

Bahçelievler' in pazarı cuma günleri olurdu, Emek mahallesinin salı. Cuma pazarı çok kalabalık olduğundan Salı pazarını tercih ederdi evdekiler ve ne olduysa o salı günü oldu.

Babamın öğle yemeği eve gelişinin ardı sıra pazara gittiler ve ellerinde bir kilo barbunyayla geldiler. Elime romanımı alıp kanepeye uzanmışken tam "Küçük Erkekler".. Annem barbunyayı koyuverdi önüme. Pişiriver şunu diyerek. Hayatımda bu kadar "apışıp kaldığımı" bilmem. Ayıklamayı biliyorum da, pişirmek...???

Neyse ayıkladım barbunyayı, annemin yönlendirmesiyle haşladım, soğanını rendeledim, kavurdum, domatesi rendeledim, kavurdum, barbunyasını suyunu kattım başında bekledim pişirdim de... iki göz iki çeşme. Hala bilemiyorum neden o kadar çok ağladım ama ağladım içimi çeke çeke.

O sıra annem patlıcanlı köfte yapıyordu hiç unutmam. kızarmış iki dilim patlıcan arasına sarılan köfte domates sosunda pişti. Yanına domatesli pilav, çoban salata.

Akşam oldu, herkes eve geldi, sofra kuruldu, oturuldu ve benim pişirdiğim barbunya masaya kondu. "Bunu Çiğdem pişirdi" diyerek. Bir de üniversite sınavında o kadar titredi dizlerim. Evdekiler barbunyayı tabaklarına alıp, "ooo eline sağlık, çok güzel olmuş" diyerek yediklerinde kendimle duyduğum gururu tarif etmem mümkün değil. O gün sevdim yemek pişirmeyi. O gün anladım yemeğin ailedeki yerini ve önemini. Severek pişirmeyi, severek yemeyi... Yemeğin temel malzemesinin sevmek olduğunu.

Şimdi teşekkür ediyorum anneme. İyi ki beni o yaşımda sokmuş mutfağa. Elimin alışması bir yana iyi sevmişim pişirmeyi. İyi ki öğrenmişim yoktan var etmeyi..

Hile ve üçkağıtlar başka zamana :)

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Çilek Tarlalarına Ne Oldu?

1911 doğumlu anneannem 1915' te babasını kaybediyor. Tarih önemli kaydolsun lütfen. 5 çocuğun en küçüğüdür kendisi. Aynı tarihte iki ağabeyi de kayboluyor ki orada başka anılar var.

6 yaşında da annesi ölüyor veremden. Kalıyor dedesi ve amcaları ve ablalarıyla. O tarihte yasada "baba yoksunu" diye bir kavram var. Dedeye ait olan mal, baba dededen önce ölürse torunlara değil sağ kalan çocuklara paylaştırılıyor. İşte o yüzden koca çiftlikten hiç pay düşmüyor anneannemlere. Gelgelelim pay düşenlere de yar olmuyor o çiftlik. Varlık vergisi bellerini büküyor, yok pahasına satılıyor topraklar vergi ödeniyor ve gidiliyor ata toprağından.

1915' te ne olmuştu sahi? Şimdi hançeresini yırtarak "Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker, gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer" diye şiir okuyanlardan kaçı o askerden haberli?

Neyse nur dolsun topraklarına, dinlerince dinlensin hepsi.

KINALI YAPINCAK

Lale Kınalı Yapıncak filmini izlerken aklıma geldi. Anlattım, o da yaz dedi. Çok anı geçiyor aklımdan şu ara. Ölüm adının son anıldığı yerdeyse, yaşasın anılardakiler biraz daha, hem de kayıt olsun kuzuma.

Benim anneannem İstanbul Rumu. Arnavutköy' lü. Hani boğazdaki, hani çilekleri meşhur olan. Şimdiki Akmerkez' in oralar çiftlikleri ve çilek tarlalarıymış o zamanlar. Ne olmuş oralara? Başka anıların konusu olsun.

Bir paskalya zamanı anneanne hanım 15 yaşında, demek 1926, savaş yeni bitmiş, beyaz kumaş bulunabilmiş, bembeyaz elbise dikilmiş, saçlar belde ki kızıl kumral, yanaklar çilli aynı kuzumun yanakları gibi. Girmişler ablaları ile kolkola, yollanmışlar boğaz kıyısına ayinden sonra, Bebeğe doğru piyasa yapmaya.

Çakı gibi bir gümrük zabiti ile karşılaşmışlar yolda. Hüseyin görünce Yuliya' yı çakılıp kalmış. Peşine düşmüş Rum kızının, gönlü de düşmüş aşka. Gel zaman git zaman kesmiş önünü Yuliya' nın, "gel muhallebiciye gidip konuşalım biraz" demiş. Yuliya cevap vermiş kırık türkçesiyle. "Gelmem, ben fakirim, namusum tek çeyizim!" Hüseyin bir kere daha aşık olmuş kızımıza. Bir yıl peşinde gezmiş. Allem etmiş kallem etmiş. Olacak iş değil. İstese dünyada vermezler müslümana kızı, isteyecek kimse de bulamaz zaten Rum kızını. Tutmuş elinden, kaçırıp emrivaki yapmış ana babasına. Bu sırada Medeni Kanun kabul edilmiş. Kızın imza verecek ana babası olmadığından ve yaşı da küçük olduğundan kayınvalde iki yıl yanında yatırmış gelin adayını, oğlunun koynuna vermemiş.

Yuliya 18 olduğunda önce müftüye gidilmiş. Müslüman olmuş Yuliya, adı Nebahat konmuş. Hülya demeyi akıl etmemişler. Gazetelere haber olmuş pek mutlu olmuş. Sonra nüfusu çıkmış, peşine nikahı kıyılmış. Hüseyin onu hep "Kınalı Yapıncağım" diye sevmiş.

Onlar ermiş muradına. Buraya kadar anneannemin anısı. Şimdi geliyor benim anım.

Yıl 1974, yaz tatilinin sonu 11 yaşımdayım. Dedem 70 yaşına girmiş, akraba ziyaretlerine ya da Boğaz' a giderken yürüyemiyorum diye bize eşlik etmiyor. Anneannem buna çok üzülüyor. Birlikte gittik Kapalıçarşı' ya sapı gümüş işlemeli şık bir baston aldık. Eve getirdik ki dedem ağlamaklı oldu. "Eeee Nebahat, insanın hayatı dört ayaklı başlıyor, arada iki ayaklı geziyor. Sonunda üç ayaklı olacaktık ha..." Anneannemin ağlayarak içeri kaçtığını hatırlıyorum.

Ertesi gün gezme dönüşü Beyoğlu' nda Balık Pazarına uğradık anneannemle. Dedem "yolda bastonla yürümek gücüme gidecek biraz alışayım" diye evde kalmıştı yine. Manavlara bakarken tezgahta benim o güne kadar hiç görmediğim bir üzüm gördü anneannem. "Kınalı Yapıncak" diye bir çığlık atıp saldırdı üzüme fiyatını sormadan. O zamanın parası çekirdeksiz üzüm bir liraysa Kınalı Yapıncak dört lira. Acımadı kıydı paraya aldı üzümü Hüseyin için, biz çıktık Beyoğlu' nda Cihangir' e doğru yürürken... Aaaaaa önümüz sıra bizim bastonun yürüdüğünü gördük sallana sallana. Sanırsın Fred Astaire yürüyor. Takım elbise giyilmiş, fötr şapka takılmış, baston elde bir caka, keklik gibi sekerek, sağa sola selam vererek piyasada Hüseyin  Bey!

Anneannemin gözler kısıldı, ara sokaklardan eve geldik. Mutfakta üzümler yıkandı, kaseye kondu o sıra kapı açıldı dedem geldi. Bizim evde olduğumuzu görünce yüzde ağlamaklı bir ifade "Alışmak çok zor bu bastona Nebahat" dedi. Anneannem o sıra elinde üzüm tabağı mutfaktan çıkınca kaseyi gören dedem sevinçle "Kınalı Yapıncaaaak" diye sevinecekti ki o kase o anda başına geçti.

Kınalı Yapıncağın öfkesi fena idi...